DELİ VELİ OLMAK VE RAMAZAN HOCA MESELESİ
Suriçi’ne inmediğim gün yok gibidir. Hendek savaşlarından önce, sırasında ve sonrasında. Dağkapı’dan içeriye her adım attığımda, sanki kendimi daha iyi hissediyor, psikolojik daha bir olarak rahatlıyorum. Çocukluğum, gençliğim okuduğum okullar, dostlar, arkadaşlar az da kalsa hala oradadır diye.
Ramazan Hoca’nın (soyadı Pişkin’miş, bıçaklandığında öğrendik) sivil vaazlarına Ulucami’nin küçük meydanına yetiştiğimde, 1950’lere kadar halka açık idamlar da yapılırmış, Cami’nin çeşitli süslemelerinin olduğu geniş kemerinin sağ tarafında toplanan yerli yabancı kalabalığa, sol tarafta ayak küstü tespih satıcıları durduğundan, o gece ya da önce öğrendiği, ona göre uygulanmayan, yanlış bilinen dini bilgileri, akideleri kendisine bir görev verilmişçesine meraklı topluluğa sesini kaldıramayan cılız vücudunu sağa sola yalpalayarak anlatmaya çalışır, dinleyenlerin kafasında sorular oluşturup düşünmeye, kimi tarikat ve cemahatlerin nasıl ayrıştırıcı ve dinle ilgisi olmadığını, araştırdığı, doğruluğuna inandığı dini, uygulamaya yönelik adımlar atılmasını öneriyordu. Gün aşırı oradan geçtiğimden ben de birkaç sohbetini dinleme fırsatını buldum.
Anlattığı uygulamada olmayan dini kurallar, çoğu tarikatın devletin denetimine girmesi ve yanlış yolda olması, dinin nasıl öğrenilmesi gerektiği, safsatayla gerçek dinin ayrışması ve yaşamın çeşitli zorluklarına dair ve vs. konularında, din açısından bakıldığında hiç de yabana atılacak şeyler değildi.
Mütevazi giyim kuşamı, yaşı kırklarda bile olsa altmışlarda göstermesi, kendi yağında kavrulup kimseden bir şey istememesi Ramazan Hoca’nın sıcak, samimi ve ihtiyaç duyulan dini, İslami sohbetlerinin etkisini artırıyordu gün be gün. O da kimse yoksa bir köşede oturuyor, sohbet için gelenler varsa, ayağa kendini göre dini tebliğini yerine getiriyordu. Ünü artınca akıllının biri daha çok kitlelere ulaşsın diye ona bir tik tok sayfası (para kazanma kısmı kapatılarak) açıtı ve konuşmaya devam etti. Israrla bu işi para için yapmadığını, Allah için yaptığını söyleyip durdu her sanal alemde karşımıza çıktığında.
Kara Amid, Amed ya da Diyarbekir, bilindiği üzere hem direnişin hem evliyaların/peygamberlerin, hem şair ve ulemanın, hem de veli ve delilerin şehridir. Zati bunları birbirinden ayırmak da çok zordur. İnce bir çizgidir aradaki fark. Gerekli gereksiz, istediği yer zamanda konuşan deli, yerine ve zamanına göre konuşana veli, bunları yazana da şair ya da ulema demesi boşuna değildir yüce gönüllü halkın. O yüzden tarih boyunca, çok kültürlüğün yarattığı ferasetten delilerinden hikmet, velilerinden mucize beklemiştir. Surlara sıkıştırıldığından hep el üstünde tutmuştur onları.
Yaşı uygun şehir sakinleri hatırlar; bir eli salyalı ağzında bir eli, ince uzun değneğini tutan, arada tuhaf sesler çıkarıp şehri arşınlayan, gittiği her yerde, sokaklarda, dükkanlarda kadir kıymet gören Alişan’ın cenazesinin nasıl iğne atsan yere düşmez evliyalara yakışan kalabalıkta olduğunu.
Bu yazıyı yazdığım sırada, önünde vaaz verdiği Ulucami’den cenazesi tekbirler atılarak, geniş bir kalabalıkla kaldırılıyordu.
Sadece o mu? Suriçi adı deliye çıkmış ahalice veli kabul edilen zat bakımından oldukça bereketliydi. Arıvız’dan Deli Cevdo’ya, Deli Sone’den, Deli Vesile’ye, Kırk Embar Rızgo’ya, yaz ortasında bile çıkarmadığı boğazlı kazağın üzerine taktığı kravat, ağzından düşürmediği cigarasıyla, ihtiyacı olduğunda da sol eliyle tuttuğu işlemeli tepsisini alır, “Vergi toplamaya geldim, ben Ecevit’in kardaşıyam,” deyip kim gönlünden ne koparsa tepsiye koyar, o da parayı alır yoluna giderdi.
Kendini halkının dertlerine adamış, sorunlarını çözmek içim canhıraş şekilde çalışan, gözünü budaktan esirgemeyen bir devlet adamı gibi görürdü. Eli kulağında telefonla konuşuyor gibi, alo Ecevit brakê mındiyen Çolo Meheme vardı ve en tanınmışlarındandı.
Ramazan Hoca namıyla, Suriçi’nde bizimle daha düne kadar yaşayan zat-ı muhterem, bir süre önce eskiden ekmeğini çaycılıkla çıkardığı, İstanbul’agitmişti. Henüz öğrenemediğimiz bir sebeptenbağımlı biri tarafından güvendiği şehrinden çok uzakta dün bıçaklanmak suretiyle öldürüldüğünü duyduk ahlar vahlar çekerek.
Ne istediniz garibandan, biçareden diye onlarca serzeniş okuduk duyduk yazılı sözlü olarak. Bence Ramazan Hoca gariban değildi, biçare de değildi. Kendini doğrusuna inandığı dini değerlerin, ahlakın uygulanması için tebliğe veren, bu yüzden kimi kesimlerden tepki de gören biriydi. Hatta bi defasında, hakkında şikâyet var diye gözaltına bile alınmış, esnafların, şehirde sözü geçenlerin aşırı ısrarı ve tepkisiyle salıverilmişti de.
Şehir bir rengini daha yitirdi. İşte biz ona üzülelim ve o rengi yitirene hesap soralım?
Niye bıçakladın hem de namaz kılarken? Sana o aklı kim ya da kimler verdi?
Ne istedin Ramazan Hocamızdan ne zararı vardı sana, size?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.